Ne dersek diyelim, ne kadar şakaya vurmaya çalışırsak çalışalım, hepimiz hiç alışık olmadığımız, zor günler geçiriyoruz. Kendimizi “ya deprem olsaydı, evimiz başımıza yıkılsaydı evsiz kalsaydık ya da çok yakınımızda yaşanan savaş, yaşam alanlarımıza kadar gelseydi, can güvenliğimiz, psikolojisinin nasıl olduğunu bile bilmediğimiz, hayatımızda ilk ve belki de o an son kez göreceğimiz bir insanın elindeki silaha ait namlunun ucunda olsaydı...” gibi daha kötü senaryoları hatırlatarak avutsak da, her şeye aslında kolay alışan insan zihni, beklemediği olaylarla ilk karşılaştığında, yeni durumları kendi mevcut şartlarıyla karşılaştırıyor başlangıçta. Zor bir dönem bu, öncelikle bunu kabul etmek lazım.
Bir taraftan alıştığımız şeyleri yapamıyoruz: ki bunlardan kastım; her canımız istediğinde elimizi kolumuzu sallayarak sokaklarda yürüyememek, çok bayılmasak da sabah güzelce giyinip elimizde yeşil logolu havalı kartonlardaki kahvelerimizle o çok katlı plazalarımıza gidememek... Diğer taraftan da aklımızın hiç ucundan geçmeyen şeyleri yapmak “zorunda”yız. Evimizin bir odasına tıkılıp, bazısı uykudan yeni uyanmış gibi görünen bir çok sanal surat ile, içimizden “İyi söylüyorsunuz ama bundan sonra hayatımız nasıl olacak acaba?” diye düşünürken, ağzımızdan çok bilmiş kurumsal yorumların çıktığı, bitmek bilmeyen ekran arkası toplantılar gibi... Yani aslında sadece istediğimiz şeyleri yapamamak değil, aynı anda istemediğimiz şeyleri de yapmak zorunda kalmak çift taraftan zorluyor bizleri...
Anneler beni anlayabilir; bebeğiniz doğduğu andan itibaren hayat eskisi gibi olmaz. Tıpkı burada olduğu gibi, yapamayacağın şeyler (istediğin kadar uyuyamamak, istediğin şeyleri yiyip içememek...) ve yapmaya zorunlu olduğun şeyler (2 saatte bir bebeğini beslemek için yataktan kazınırcasına kalkıp onun yanına gitmek zorunda olmak...) aynı anda hayatına giriverir. Üstelik evden minimum çıkarak, senin dışında herkesin hayatı normal devam ederken, akşam olduğunda sana “ne yaptın bakalım bugün?” diye sorulduğunda, yorgunluktan ölüyor olmana ve bebeğinin zorluk derecesine göre belki de bütün gün 2 dakika bile oturamamış olmana rağmen elle tutulur bir cevap veremediğini farketmek de işin üçüncü zor boyutu oluverir.
İşe bu noktadan baktığımda, asla geçmeyecekmiş gibi görünen her zaman dilimi gibi, o zaman da akıp gitti, geriye baktığımda en zorlandığım zaman ilk 1 aydı, sonra biyolojim yeni düzene uyumlandı, hatta uykuya aşırı düşkün olan ben, uykumun bölünmesine alışıp 3-5 dakikada tekrar uyuyabilme yeteneğine sahip oldum Demir ile birlikte.
Demir’in benim hayatımda yarattığı bir değişim de, ultra planlı olan karakterime rağmen, onun ani doğumu ile birlikte plansızlığın da hayatımızın bir parçası olduğunu kabullenmem ve ona göre yaşamaya başlamam oldu. Daha henüz işe gidip gelirken, baby shower’ını bile yapamamışken, bir hastane çantam bile yokken bir anda doğuverince, başta gerçekten çok üzüldüm ama, üzerinde Demir yazan pahalı çikolataları yaptıramamış olmakla, onun ve benim sağlıklı olmamız gerçeğini karşılaştırınca inanın kendimden utandım. Ondan sonra da hayatımda gerçekleşen kötü olayların her bir tanesinin mutlaka bir sebebi olduğuna ve büyük resme bakmaya başladığımda mutlaka iyi bir şeye vesile olduğuna inanmayı seçtim. Elbette başıma gelen kötü olaylardan herkes kadar etkileniyorum ben de, ama bunu içimde büyütüp uzatıp kendime zarar vermek yerine, bu olayın yaratacağı etkiyi beklemeye başlamak doğru ve pozitif bir seçim gibi geldi, şu ana kadar da bunun hep yararını gördüm. Kapanan her kapı, açılacak yeni bir kapı demek ve o kapının kapanmasının da mutlaka bir sebebi var. Bunu da ancak zamanla anlıyoruz.
Hayatımızı belirleyen birkaç şeyden biri ailemiz, sosyal çevremiz çocukluk yaşantımız ve genetiğimiz. “Genetik” kısmı öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Ama asker bir aileden gelmenin yaşamıma katkısını düşününce doğru olduğunu düşünüyorum. Bu sayede savaşmaya yatkınım, kolay pes etmem, o kadar çok taşınmaktan dolayı değişime alışığım, her değişimin yeni bir güzellik getirdiğine inandım ve hayatım boyunca yaşadığım değişimlerden tek parça halinde çıkmayı da bu genetik sayesinde başardım.
Corona Günleri ise tıpkı bir bilim kurgu filmi gibi hiç beklemediğimiz bir zamanda hızla girdi hayatımıza. Benim örneklerimde olduğu gibi, hepimizin hayatında yeni bir perde açılması için aynı anda, dünya üzerindeki kimseyi ayırmadan, herkesi olabildiğince eşit şartlara sürükledi. Tabi ki deniz kenarında bir yalıda #evdekalan ve 3 sene hep o evde kalsa da gelecek kaygısı duymayan bir adamla, tek odalı bir evde, günlük işlerden kazandığı parayla hayatını idame ettiren ailesini geçindiren bir babanın #evdekalarak yaşadığı sıkıntıların boyutu çok ama çok farklı. Ama yine de başta da belirttiğim gibi, herkes kendi mevcut durumu ile karşılaştırır öncelikle sıkıntısını. Babasını yeni kaybetmiş birini ama bak annen hayatta, mis gibi oğlun var yanında diyerek, işini yeni kaybetmiş bir arkadaşınızı ama bak sağlığın yerinde diyerek teselli etmek zor. Önce mevcut durumuna göre elindekine değil, kaybına odaklanıyor insan.
Ölümcül hastalara acı çekmemeleri için yatıştırıcı ve rahatlatıcı tedavi uygulayan hemşire Bronnie Ware’in, 2016 yılında tecrübelerini paylaştığı 'Ölmeden Önceki Beş Pişmanlık' adlı bir kitabını okumuştum. Bu kitaba göre ölüm döşeğindeki hastaların en büyük pişmanlıklarından ikisi “Keşke İnsanların beklentilerini karşılamak yerine hayatımı kendi istediği gibi yaşasaydım” ve “Keşke mutlu olmayı tercih etseydim.” Ben bu COVID19 sürecini biraz da hepimiz için ölüm döşeğine gelmeden evvel, hayatımızdaki bazı şeyleri sorgulamamız için bizlere “erken” verilmiş bir “şans olarak” görüyorum.
3 hafta kadar önce Nisan, Mayıs ve Haziran aylarında planlı iş seyahatlerim için bitmiş 5 yıllık İngiltere vizesine tekrar başvurmuştum. En yakın arkadaşlarımdan biri Londra’da yaşıyor, gitmişken onu da görürüm, ne güzel diye düşünüyordum; pasaport eve kapanmadan önceki Cuma günü teslim edildi; lakin uçmak istesem uçamıyorum. Geçen sene babamın kaybından dolayı benim için çok zor bir sene olsa da yılı ona verdiğim sözü yerine getirerek beklenmedik bir başarıyla kapadım, prim zamanı geldi; kendimi ödüllendirmek için en severek yaptığım şey alışverişe çıkmak, ama yapamıyorum. Arkadaşlarımı özledim, değil buluşmak, en yakın arkadaşımla evde bile görüşemiyorum. Sanki ölmeye birkaç ayım var ve son nefesimde “hayata yeniden gelseydin neleri yapardın ya da yapmazdın?” diye sorulan insan hissiyatındayım. Bu soruyla bu kadar erken karşılaşmaya hazır olmadığımdan olacak, bu hayatta “keşke” dediğim hiçbir şey olmadığına net şekilde inanırken, bu musibetin hissettirdiği nasihatleri yadsıyamıyorum. Görüyorum ki, alınan kıyafetleri giyemedikten sonra sadece birer kumaş parçasıymış. 21 gündür ev kıyafetleriyle geziyoruz, günde 3 kez falan değiştiriyoruz titizlikten ama evde giydiğim tayt - tshirt ile ne bileyim Oscar de la Renta gece elbisesinin şu durumda bir farkı yok gözümde. Bu psikolojiyle, moda tabiriyle dolap detoksuna başladım geçen haftasonu, bir daha asla giymeyeceğimi bile bile 3 yıldır dolaplarda duran kıyafetleri çıkarıp ayırmak ne kadar iyi geldi anlatamam. “Keşke” diyorum; bu kadar almasaymışım. Evimizde vakit geçirmek zorundayız, sahillere baktım önceki haftasonu insanlar akın etmiş diye kızdım çoğumuz gibi. Ve sonra düşündüm de en son ne zaman evime arabayla 7-8 dakika uzaklıktaki Bebek’te yürüdüğümü; sanıyorum en az 3 sene kadar oldu; eh şimdi istesem de yürüyemiyorum, basit bir yürüme eylemine bu zamana kadar nasıl vakit ayıramadığımı da ayrıca anlamıyorum. Keşke o güzelim deniz kıyısında, martılarla gemilerle burun buruna, deniz konusunu içime çeke çeke daha çok yürüseymişim. Annemi 1 aydır göremiyorum, görüntülü görüşüyoruz, telefonla konuşuyoruz ama kendisine olur da dışarıdan bir virüs falan bulaştırırım diye ziyarete gidemiyorum. Herşey normalken neden daha fazla görmez insan annesini? Haftada en az 3 kez kuaföre giden ben, geçen hafta farkettim ki iki elime de maşallah nefis oje sürüyorum, neden bu tembellik? Çoook fazla arkadaşım var evet ama farkettim ki bu süreçte en çok özlediklerim iki elimin parmaklarını geçmiyor, onlarla da haberleşiyorum, görüntülü toplaşıyorum zaten, iyi yürekli bir insan olmak, çok insan biriktirmek elbette çok önemli, çok özel birşey, ama hayatının yakın çemberine alacağin insan sayısı bunun gibi anormal bir durumda özlediklerinle sınırlı olabiliyor demek ki... Onlarla daha çok vakit geçirmek, daha çok paylaşmak en doğrusuymuş.
Diğer yandan kendimi gerçekten çok şanslı hissettiğim, “keşke” değil, “iyi ki” dediğim taraflar da var... Mesela; evde “zorunlu” olarak kaldığın kişi aşırı önemliymiş. Ben aşkı hiç beklemediğim bir zamanda, 40 yaşına bastığım sene buldum. Ne iyi yapmışız da cesur davranmışız, işaretleri çok iyi okumuşuz, kalbimize güvenmişiz. Mutlu olmadığın biriyle aynı çatı altında yaşamaya zorunlu olmak ne kadar zor birşey olabilirmiş. Her fırsatta kendine sürprizler yapmak, seyahat edebilmek, görmediğin yerleri görmek ne büyük bir nimetmiş. Kenarda köşede biraz para biriktirmek bu kadar beklenmedik bir durumda ne olursa olsun kendini huzurlu hissetmen için ne kadar önemliymiş; benim gibi 30’ların ortasına kadar “anı yaşarım, gerisi boş” diye düşünen bir zihniyet için bile, aslında meziyet olan çalışamayacak durumda olduğun zamanları da böyle huzurla geçirebilmen için birikim yapmakmış.
Bence hayatta 4 şey arıyoruz hepimiz; aşk, para, huzur, mutluluk. İlk üçü tam olmayınca dördüncüsünde hep bir eksik kalıyor. Bu ilk 3 şey dallanıp budaklanıyor; aşık olunca ailemiz oluyor, para olunca hepimiz kendimizce güzel bir hayat ve güzel deneyimler yaşıyoruz, parayı kazandıran işimiz aynı zamanda bizim egomuzu da tatmin ediyor ama “işimiz” bir araç, asıl amaç para kazanmak, yani para kazanmak için mutsuz olduğumuz bir şirkete zorla gitmemizin şu an eve kapanmaktan bir farkı yok. Herşey oturduğunda huzur geliyor, ve kendimiz gibi davranabildiğimizde de mutlu oluyoruz. Bunların hepsi de sadece şansla olmuyor. İnsan kendi kaderini, yaptığı seçimlerle kendisi belirliyor. Bunun için de kendini iyi tanıması, kaderciliği bir kenara bırakıp hayatında olmasını istediği şeyler için kalpten uğraşması, onlara bilinçinin en derinliklerinden odaklanması lazım. Şans sonradan geliyor, hatta onu bile yaptığımız seçimlerle biz etkiliyoruz.
Bu olağanüstü ve beklenmedik sürecin hepimiz için, daha yaşlanmadan yaşlandığımızda ve bize bu soru sorulduğunda; “keşke” diye başlayan cümlelerimizin en az olabilmesi, “iyi ki”lerimizin sayısının artması için bize verilmiş olağanüstü bir fırsat olduğunu düşünüyorum. Hayatımızı düşüncelerimiz belirliyor. Freud’dan beri Eric Berne gibi üzerine eklenen pek çok değerli biliminsanının kanıtladığı durum şu ki; beynimiz hayal ile gerçeği ayıramıyor. Yani güzel düşüncelere odaklanırsak duygularımız ve hareketlerimiz bundan beslenerek hayatımızı olumlu etkiliyor. Biz ne düşünürsek duygularımız davranışlarımız buna göre şekilleniyor, çevremiz de bizim yarattığımız algıya göre bize aynı tepkiyi veriyor. İyi haber ise; #evdekaldığımız bu süreçte bizi olumsuz düşünmeye itebilecek dış etkenler, kendi kafamızda kurduğumuz varsayımlar da azaldığından, güzel şeyler düşünmeye odaklanacağımız daha çok zamanımız var. Bu sebeple biz olumlu taraftan bakmayı seçtik ve evde bazı denemeler yaptık; giyindik süslendik ailece mum ışığında keyifli bir yemek yedik, bazı günler mısırımızı patlattık, çocuklar bilet kesti ve sinema geceleri yaptık, online bir nikaha katıldık, güzel dileklerimizi yolladık, sevgilimin DJ’liği ile kendimizi gençliğimizin güzide barı Roxy’de hayal ettik, gece dışarı çıkmışız, daha da eğlencelisi yeni tanışmışız gibi davrandık, o kadar eğlendik ki, sabah uyandığımda gece dışarı çıktığımıza inanıyorduk gerçekten diyebilirim... Evin bir odasında almış olduğumuz birkaç alet ile pilates yaptık, bunu çoğu arkadaşım yapıyor, bir bildikleri var, insan spor yaparken kendini gerçekten daha iyi hissediyor, bittiğinde de daha zinde. Her sabah işe gidiş saatinde uyanıyor ve akşam da her zamanki saatimizde uyuyoruz. Vücudumuzun ritmini bozmamak, alıştığımız hayat akışını olabildiğince aynı zaman düzeninde yürütmeye çalışmak, melatonin salgılamamızı sağlıyor, uyku düzenimiz bozulmayınca ruhumuz kendini iyi hissediyor. Bu süreçte kendine etek, pantolon dikebilen yakın bir arkadaşım var, hep ertelediği kitapları okumaya başlamış kendini geliştiren, yeni iş kollarını hayata geçiren, banka uygulamasını hayatında hiç kullanmamış ve bu süreçte telefonuna indirip kullanmaya başlayan teyzem var....
Diyeceğim odur ki; bu süreç elbette bitecek. Bittiğinde Dünyamız için de, hiçbirimiz için de hayat aynı olmayacak. Sağlıkla bitmesi en büyük temennimiz olsun. Kendimize bolca soralım, neleri keşke yapsaymışız, neleri iyi ki yapmışız, bu olay bittiğinde ilk ne yapacağız... Son nefesimizde bize sorulduğunda, iyi ki tarihi bir ana denk gelip böyle bir süreç yaşadık, şimdi keşke yapsaydık dediğimiz hiçbir şey kalmadı diyebilecek kadar... Dünyadaki zengin fakir, ünlü ünsüz hiç farketmez 8 milyar insan ile aynı noktada “durabileceğimiz” belki de tek ve ilk fırsat bu. Onu kabullenelim ve kıymetini bilelim. #evdekal #sağlıklakal #pozitifkal